Targus nehri ile ikiye ayrılan İstanbul ve Roma gibi tepeler üzerine kurulan Atlantik okyanusunun esintilerini taşıyan düşler ötesi bir şehir burası

Lizbon yıllardır gitmek istediğim şehirlerden biriydi. Madrid’den altı saatlik bir yolculuk sonrası Lizbon’daydık. Şehre girerken sanki İstanbul’da gibi hissettim kendimi. Lizbon tıpkı Roma ve İstanbul gibi tepeye kurulmuş bir şehirdir. Şehrin içinden geçen Tagus Nehri Atlantik okyanusuna dökülür. İçinden nehir geçen şehirlere artı bir puanım vardır 🙂 Lizbon’ a şimdiden kanım ısındı 🙂

Terminale gittiğimizde biraz karışık bir ulaşım ağı ile karşılaştık. Bilet almak bile tam bir olaydı. Kullanacağınız metro ya da ulaşıma göre bilet alıyorsunuz. Tabi kullanacağınız yolu da bilmek önemli. Ulaşımda kontroller çok sıkı. Mesela akıllılık yapıp aman bu bileti dönüşte de geçireyim olmuyor 🙂 İstasyonda kalıyorsunuz ve kapılar açılmıyor 🙂 Sonra ne bileyim kapıda görevliler görsün diye hoplayıp zıplayıp bağırmalar falan 🙂 Tamam itiraf ediyorum Nesrin, Serpil ve Ben böyle bir rezilliği yaşadık 🙂 İstasyonda mahsur kaldık..Taaakiii Nesrin o uzun boyuyla istasyon şefine –heeelp heeelp diye bağırana dek 🙂 🙂

Hostele eşyaları bırakır bırakmaz Belem’e giden trene bindik. Yolda çok heyecanlandım yıllardır görmek istediğim bir kaleydi Belem. Resimlerine her baktığımda aşık olduğum ve gün batımında kahve içilecek yerler arasına eklediğim mekanlardan biriydi 😎

Vasco De Gama anısına yapılan bu kulenin çok eski bir mazisi var. Keşife çıkılmadan önce yüzlerce haritanın çizildiği, hesapların yapıldığı, ganimetlerin depolandığı bu kule ayrıca çok ünlü kaşiflere de ev sahipliği yapmıştır. Gün batımında muhteşem bir manzaraya sahip olan bu kulede bol bol resimler çektim. Ve tabii ki de gün batımında Belem Kalesi manzarasında kahvemi içmeyi de ihmal etmedim 🙂

Belem bölgesine gelmişken dünyaca ünlü Belem pastanesinde tutra yemeden gitmeyin. Hayatımda yediğim en güzel turtaydı. Tadı hala damağımda. Artık kendi yaptıklarıma turta demeye utanıyorum 🙂

Belem kulesine giderken yolda büyük bir anıt göreceksiniz.Bu anıtın adı Padrao Dos Descobrimentos (kırk yıl ezberleyemem bu ismi) 🙂 Coğrafi keşifler anısına yapılan bu anıtın altında dünya haritaları yer almaktadır. Elinizi Avrupada bir ülkeye diğer elinizi Afrikaya iki ayağınızla da da başka başka kıtalara basmayı başarırsanız ödül veriyorlar 🙂 Şaka tabi .. Yere yapışıyorsunuz 🙂 Maymun iştahlı olmamak lazım 🙂

Belem bölgesinde devasal Jeronimos Manastır’ ı var. Burası gerçekten muhteşem bir yapı. İçerisi muazzam. İçersinde iki ünlü amcanın mezarı var bunlardan biri Gama ‘nın mezarı ama diğerini hatırlayamadım 🙂 Bi ara hatırlayınca eklerim. Bu bölgeden nehre baktığınızda 25 Nisan Köprüsünü de görebilirsiniz.

Her şehrin kalbi olan bir meydan vardır buranın da kalbi Rossio Meydanın’da atıyor. Bu meydan oldukça kalabalık. Meydanın ortasında Portekiz Kralı ayrıca Brezilya imparatoru olan I.Petro’ nun heykeli var. Bu meydanın kanlı bir tarihi varmış. İdam cezaları bu meydanda yapılırmış. Bir türlü ısınamamıştım zaten bu meydana.

Fado ağıtlarını da duymuşsunuzdur. Portekiz’in milli müziği. Fado kader ya da alın yazısı demek. Denize açılıp da dönmeyen aylarca yolları gözlenen eşlere duyulan özlemi anlatırken ortaya çıkmış müzik türü. Neden eşleri ile denize açılmamışlar ki sanki 🙂 Neyse ciddi olalım. Bu müziği söyleyen kadınlara Fadista deniyor. İlk Fado sanatçısı Maria Severa. Ve günümüzde tüm fado söyleyen kadınlar Maria Severa’ nın anısına saygı göstermek için omuzlarına kırmızı şal atıyorlar. Lizbon’ a gelmişken bir fado gecesine mutlaka gidin. Biz kızlarla çok gitmek istedik ama pahalı geldi 🙂 Sokak gösterisi yapan Fadocu ablalarımızı izledik biz dee 🙂

Lizbon hayatınızda mutlaka gidilmesi gereken bir şehir. Hele Belem kalesini görmeden öleyim falan demeyin. Size anlatacağı çok güzel hikayeleri var sizi bekliyor 🙂

Geziniz bol olsun..
Sevgilerimle,

mm
Yazan

Bir Yorum Yazın